(1)-Hadis
Ubade İbnu’s-Sâmit el-Ensarî (radıyallahu anh) hazretleri demiştir ki: “Hz. Peygamber aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdular:
“Kim Allah’tan başka ilâh olmadığına Allah’ın bir ve şeriksiz olduğuna ve Muhammed’in onun kulu ve Resûlu (elçisi) olduğuna, keza Hz. İsâ’nın da Allah’ın kulu ve elçisi olup, Hz. Meryem’e attığı bir kelimesi ve kendinden bir ruh olduğuna, keza cennet ve cehennemin hak olduğuna şehâdet ederse, her ne amel üzere olursa olsun Allah onu cennetine koyacaktır.”
عن عُبادةَ بن الصامتِ الأنصارىِّ رضىَ الله عنهُ قال قال رسولُ الله مَنْ شَهِدَ أنْ لاَ إِلَهَ إلاّ اللهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ، وَأنّ مُحَمَّداً عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ، وَأنّ عِيسى عَبْدُ اللهِ وَرَسُولُهُ وَكَلمتُهُ ألْقَاهَا إلى مَرْيمَ وَروحٌ منهُ، وَالْجَنَّةَ حَقٌ، وَالنَّارَ حقٌ: أدْخَلَهُ اللهُ الْجَنَّةَ عَلَى مَا كَان عَلَيْهِ مِنَ الْعَملِ أخرجهُ الشيخانِ والترمذى. وَفِى أخرى لمسلم [مَنْ شَهِدَ أن لاَ إلَهَ إلاّ اللهُ وَأنَّ مُحَمَّداً رَسُولُ اللهِ حرَّمَ اللهُ تَعَالى عَلَيْهِ النَّارَ
Buhârî, Enbiya 47; Müslim, İmân 46, (28); Tirmizî, İmân 17, (2640)
Müslim’in bir başka rivayetinde şöyle buyrulmuştur: “Kim Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın elçisi olduğuna şehâdet ederse Allah ona ateşi haram kılacaktır.”
İmana müteallik en câmi hadislerden biri budur. Hadiste İslâm inancının temel prensipleri beyan edilmekten başka belli başlı batıl inançlar da reddedilmiş olmaktadır:
1- Hz. Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)’in risâleti: Bu İslâm inancının birinci akidesi sayılabilir. Zira tevhid’e yani Allah’ın birliği inancına İslâm dışında da rastlanabilir.
2- Tevhid inancı: Hz. Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)’in peygamberliğine inancın en zarûri gereği Tevhîd’dir. Yâni kâinatı yaratan, tedbir ve terbiye eden Bir’dir. Herçeşit yardımcıdan, ortaktan müstağnîdir. Tevhid inancına prensip olarak başka dinlerde ve hatta felsefî sistemlerde bile rastlanabilir. Ancak İslâm’daki mutlak ve saf tevhid inancı başka hiçbir sistemde yoktur. Mutlak tevhid inancı iddia eden Yahudiler bile, Müslümanlardan çok farklıdır: Öncelikle Yahudileri düşünen onları kayıran millî bir ilâh düşüncesi galebe çalar. İslâm ulûhiyete milliyet izâfe etmez. Allah âlemlerin Rabbi’dir: Her millet, her canlı, her cansız bu “âlemler”e dahildir ve onun bir parçasıdır. Hayrı ve şerri, güzeli ve çirkini, ateşi ve soğuğu, arzı ve semâyı büyüğü ve küçüğü yaratan O’dur, tanzîm eden, terbiye eden O’dur.
Sonra Yahudiler, “Üzeyr Allah’ın oğludur” diyerek (Tevbe, 30) kaba bir üslubla tevhîdden uzaklaşırlar, iddia ettikleri vahdaniyet inançlarını lekelerler.
3- Bu hadiste, İslâm inancının üçüncü ana rüknü olan âhiret inancı da ifade edilmekedir: “Cennet haktır, cehennem haktır.”
4- Hz. İsa’nın şahsiyeti: O’nun babasız yaratılışı, Yahudilerin Hz. Meryem’e iftiralarına sebep olurken Hıristiyanların da, O’nun babasının Allah olduğunu iddia etmelerine sebep olmuştur. Bir tarafta tefrit bir tarafta ifrat.
İslâm, Hz. İsâ (aleyhisselam)’nın yaratılan bir kul olduğunu te’yid ederek, hem Yahudilerin zina iftirasını reddeder, hem de O’na “Allah’ın oğlu” diyerek ifrata giden Hıristiyanları.
Bu hadiste görüldüğü üzere, Hz. İsa (aleyhisselâm) Allah’ın bir kelimesidir, yani “ol!” demesiyle oluvermiştir. Yâ-Sin suresinin 82. ayetinde ifade edildiği üzere Allah birşeyin olmasını dileyince “ol!” der, o şey hemen olur. O şeyin olması için “ol” emrinden başka bir sebebe ihtiyacı yoktur. Normalde [Sayfa]=199.herşey yine irâde-i ilâhî ile cereyan etmekte ise de bir kısım sebeplere bağlanmıştır. Aslında müsebbeb dediğimiz neticenin hâsıl olması için sebep zarurî değildir. Allah, müsebbeb’i, sebep perdesi olmadan da yaratır. Fakat, bu imtihan âleminde vukuâta her seferinde bir sebep perdesi koymak âdetullah’tır, ilâhî kanundur. Cenâb-ı Hak bu kanuna bağlı olmadığını Kur’ân-ı Kerîm’de muhtelif âyetlerde ifade etmiştir.
İşte Hz. İsa (aleyhisselâm) bunun müşahhas bir örneğini teşkil eder. Hz. Meryem’de tecelli eden “ol!” emri ile Hz. İsa (aleyhisselâm) babasız olarak yaratılmıştır.
Hz. İsa (aleyhisselâm) için “Allah’tan bir ruh” denmesini de, “Ruh Rabbim’in emrindendir” (İsra, 85) âyeti ışığında anlamak gerekir. Çünkü ruh’un yaratılışı “ol!” emrinin tecellisiyle olmaktadır, sebep perdesi yoktur. Hz. İsâ (aleyhisselâm)’nın yaratılışı için de diğer insanların tâbi kılındığı sebep çerçevesinin haricine çıkılarak “ol!” emrinin tecellisi haber verilmiş olunca “Allah’ın Meryem’e üfürdüğü bir ruh” tâbiri uygun düşer. Nevevî’nin kaydettiği üzere, İslâm âlimleri, Hz. İsâ (aleyhisselâm)’ın Ruhullah veya Kelimetullah diye Allah’a izafesi’nin sâdece teşrif yâni Hz. İsâ’nın şerefini belirtmek gayesi güttüğünü belirtmişlerdir. Nitekim başka ayetlerde Nâkatullah (Allah’ın devesi) ve Beytullah (Allah’ın evi) tâbirleriyle deve ve ev teşrîf için Allah’a izâfe edilmişlerdir. Binâenaleyh, bu tabirlerle Hz. İsâ (aleyhisselâm)’nın teşrîfi, O’nun ilahlaştırılmasına veya Allah’ın bir parçası sayılmasına Kur’ânî bir delîl teşkîl etmez. Aksi takdirde bu izafetten hareketle kâinatı da Allah’ın bir parçası görmek gerekir. Çünkü herşey Allah’ındır, O’na izâfe edilebilir.
5- Hadisin diğer bir hükmü, imanlı olarak kabre girildiği takdirde, büyük günah işlemiş bile olsa, kulun ebedî olarak cehennemde kalmayıp, az da olsa yaptığı hayır sebebiyle cennete gideceği inancıdır. Bu ifâdede büyük günah işleyenler hakkında ileri sürülen ifrat ve tefrit fikirler reddedilmiş olmakta, Ehl-i Sünnet inancına esaslı bir açıklık ve delil getirilmektedir.
“Her ne amel üzere olursa olsun Allah onu cennetine koyacaktır” ifadesini Nevevî “Netice olarak” diye tevil eder. Yâni, “yaptığı kötülüklerin cezasını çektikten sonra, neticede cennete girecektir” demek oluyor.
(2)-Hadis
Ebu Sa’îd İbnu Mâlik İbni Sinân el-Hudrî (radıyallahu anh) hazretleri demiştir ki:
“Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdular: “Kalbinde zerre miktarı iman bulunan kimse ateşten çıkacaktır.” Ebu Sa’îd der ki: “Kim (bu ihbarın ifade ettiği hakikatten) şüpheye düşerse şu ayeti okusun: “Allah şüphesiz zerre kadar haksızlık yapmaz…”
وعن أبى سَعيدِ سَعْدِِ بن مالك بنِ سِنانٍ الخُدْرىِّ رضى الله تعالى عنهما أن النبي قاليَخْرُجُ مِن النَّارِ مَنْ كَان في قَلْبهِ مِثقالَُ ذَرَّةٍ مِن إيمانٍ قال أبو سعيد فَمَنْ شكَّ فليقرأْ: إن اللهَ لا يظلمُ مثقالَ ذرَّةٍ أخرجه الترمذى وصححه
(Nisa, 40). Tirmizî Sıfatu Cehennem 10, (2601).
Önceki hadisle ilgili açıklamanın son kısmında temas edildiği üzere, Ehl-i Sünnet akidesine göre, bir kimse mü’min olarak son nefesini verebildiği takdirde ebedî olarak cehennemde kalmayacaktır. Her günahkâr mutlaka cehenneme gidecektir de denemez, çünkü Allah dilediğini affeder. Affa mazhar olamayanlar günahı miktarınca cezasını çeker. Ancak, mü’min idiyse, yeri ebedî cehennem değildir. Hadisi rivayet eden sahâbî, bu müjdeli haberde tereddüde düşeceklere bir ayeti delil olarak göstermektedir.
(3)-Hadis
Yine Ebu Sa’îd (radıyallahu anh) hazretleri der ki:
“Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdular: “Kim: شRab olarak Allah’ı, din olarak İslâm’ı, Resûl olarak Hz. Muhammed’i seçtim (ve onlardan memnun kaldım)’ derse cennet ona vâcib olur”
وعنه رضى اللهُ تعالى عنه قال قال رسولُ اللهِ مَنْ قَالَ: رَضِيتُ بِاللهِ تَعاَلى ربَّاً، وَبِالإسْلامِ ديناً، وَبِمُحَمَّدٍ رسُولاً وَجَبَتْ لَهُ الجَنَّةُ أخرجه أبو داودَ
Ebu Dâvud, Salât 361, (1529).
Bu hadisi de önceki hadislerdeki kayıt ve şartlar çerçevesinde anlamak gerekir:
Mü’min olarak kabre girmek.
2- Hususî mağfirete mazhar olmadığı takdirde, kötü fiillerinin cezasını çekmiş olmak.
Bu kayıtlara yer verilmediği takdirde başka naslarla tesbit edilen prensiplere ters düşülür. İslâm’ın emirlerini yerine getirenle getirmeyen arasında fark kalmaz.
Kimler imanlı olarak kabre girer, farzları yapmayanların, yasaklardan kaçmayanların, lafla Müslüman olduğunu söylediği halde, İslâm’ın emirlerini yapmakta kibirlenenlerin, meselâ tesettür, miras hukuku gibi bir kısım dinî emirleri “vakti geçmiş” veya “Araplar’a has” telakkî edenlerin kabre imanlı olarak girme şansları ne kadardır? kesin bir şey söylenemez.
Hadis, beşerî muâmelatta, bir kişiyi mü’min kabul etmede asgari bir ölçü vermektedir. O yönden mühimdir. Ayrıca büyük günah işleyenlerin uhrevî durumlarını açıklama meselesinde de önemli bir prensip vazetmiş olmaktadır.
(4)-Hadis
Yine Ebu Sa’îd (radıyallau anh) hazretleri der ki:
“Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdular: “Bir kul İslâm’a girer ve bunda samimi olursa, daha önce yaptığı bütün hayırları Allah, lehine yazar, işlemiş olduğu bütün şerleri de affeder. Müslüman olduktan sonra yaptıkları da şu şekilde muâmele görür: Yaptığı her hayır için en az on misli olmak üzere yediyüz misline kadar sevap yazılır. İşlediği her bir şer için de, -Allah affetmediği takdirde- bir günah yazılır.”
وعنه أيضاً رضى الله عنه قال قال رسولُ الله إذا أسْلَمَ العَبْدُ فحَسُنَ إسْلامُهُ كَتَبَ اللهُ لَهُ كلُّ حَسنَةٍ كَانَ أزْلَفَهَا، وَمُحِيَتْ عَنْهُ كلُّ سَيئَةٍ كَانَ أزْلَفَهَا، وَكَانَ بَعْدَ ذلِكَ القصاصُ كلُّ حسَنَةٍ بعشْرِ أمثالها إلى سبعِمائةِ ضِعْفٍ، وَالسَّيئةُ بمثلِهَا إلاّ أن يتجاوَزَ اللهُ عنْها أخرجه البخارى تعليقاً، والنسائى مسنداً. ومعنىأزلفها قرّبها
Buharî hadisi tâlik olarak kaydeder (İman 31), Nesâî, İman 10, (8, 105).
Tercümede geçen “bunda samimi olursa” ifadesinin Arapça aslı “İslâm’ı güzel olursa”dır. Yani: “Kul Müslüman olur, İslâm’ı da güzel olursa…” şeklindedir.
Âlimler, samimi olmayı (veya İslâm’ın güzel olmasını) “itikad ve ihlâsıyla tam olması, zâhiren ve bâtınen İslâm’ın ferde girmesi, ibadet sırasında Rabbinin kendisine yakınlığını hatırlaması, idrak etmesi…” diye açıklamışlardır.
Buhârî’nın rivayetinde, geçmiş günahlarının affedileceği belirtildiği halde hayırlarının da yazılacağı kaydı mevcud değildir. Ancak hadisin Kütüb-i Sitte dışında gelen vecihlerinde de yukarıda kaydedilen şekilde eski günahlarının affedileceği, hayırların hesaba geçeceği tasrih edilir.
Buhârî’nin bu ziyadeyi kasden iskat ettiği çünkü, kâfirken işlenen hayırların Allah’a yakınlık vesilesi olacağı meselesini Buhârî’nin, başka kaideler açısından, müşkilatlı bulduğunu söylemişlerdir. Ancak Nevevî ve Kadı İyâz bu yoruma katılmazlar. Nevevî şunu söyler: “Gerçek olan, muhakkik ulemanın icma ettiği husustur: Kâfir, sadaka, sıla-i rahm gibi hayır ameller işlemiş ise Müslüman olduktan sonra bu onun hayırlar defterine yazılır, yeter ki Müslüman olarak da ölmüş olsun.” Kaidelere aykırılığı iddiasını da reddeden Nenevî “Bu iddia müsellem (benimsenmiş) değildir. Çünkü, kâfirin dünyadaki amellerinin bir kısmı muteber addedilmiştir. Mesela kefâretü’zzihâr bunlardan biridir.(40) Kafir, Müslüman olmazdan önce, bu kefâreti yerine getirmiş ise, Müslüman olunca iade etmez” der.
İbnu Hacer, Nevevi’yi haklı bulur ancak o, neticeye bir başka yorumla ulaşır: “Kişinin Müslüman olunca, önceki amellerinin sevab olarak yazılması bir lütfu ilâhidir, bu, onlardan önceden sâdır olan amellerin kâfirken makbul olmasından dolayı değildir. Hadis, işlenen amelin sevabının yazılacağını belirtiyor, o amelin makbul olduğuna temas etmiyor. Kâfirken yapılan iyi amelin makbûl olma keyfiyeti İslâm olma şartına bağlanmış olması da muhtemeldir: Müslüman olursa makbûldür, olmazsa değildir. Bu görüş daha kavî’dir.”
Kefâretü’z-Zıhâr: Zıhar, karı neseb, emzirme (raza’) veya musâharet suretiyle müebbeten mahremi olan (nikahı haram olan) bir kadının, kendisine bakılması caiz olmayan bir uzvuna benzetmesidir”. Bu, bir nevi kısmî boşamadır. “Sen bana anamın sırtı gibisin” demesi gibi. Bu benzetmede bulunan kimse, kefârette bulunmadan zevcesine cinsi temasta bulunamaz. Kefareti, varsa köle azad eder. Yoksa üst üste iki ay oruç tutar veya altmış fakiri doyurur.
İbnu’l-Münîr, “iyi amelden dolayı küfür hâlinde sevab yazılır” iddiasının kaidelere aykırı olduğunu belirtmiştir. Çünkü, Kur’ân ve hadiste gelen naslar, “Kâfir, eski inancı üzerine ölürse, sâlih amellerinden hiçbirisinin kendisine faydası olmaz, hepsi hebâen mensur (faidesiz olarak) gider” diye kesin bir hükme varmıştır.
Hz. Aişe, İbnu Cüd’ân hakkında önceden yaptığı hayırlı amellerin ona faydası olmayacak mı? diye sorunca Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “O, hiç bir zaman: “Rabbim, günahlarımı kıyamet günü mağfiret buyur!” dememiştir.” diye cevap vermiştir. Bu hadisten de, mü’min olduğu takdirde önceki hayırlı amellerinden istifâde edeceği istidlal edilir. İman olmadıkça, kâfirin hayırlı amellerinden istifâde edemeyeceği istidlal edilir. İman olmadıkça, kâfirin hayırlı ameli makbûl değildir.
Ancak şu söylenebilir: Nasıl ki cennetin mertebeleri var, cehennemin de var. İman derecelere şâmilse küfür de derecelere sahiptir. Kâfir’in zalim ve sefihleri ile mazlum ve hayır sâhipleri aynı derecede yer almayacaktır. Yerleri mekân ve mahal olarak cehennemdir, fakat oradaki dereceleri, mevkileri, azabtan duyacakları hisseleri, bir değildir, farklıdır.
(5)-Hadis
Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) hazretleri anlatıyor: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Sizden biri içiyle dışıyla Müslüman olursa, yaptığı her bir hayır en az on mislinden, yedi yüz misline kadar sevabıyla yazılır. İşlediği her bir günah da sâdece misliyle yazılır. Bu hâl, Allah’a kavuşuncaya kadar böyle devam eder.”
وعن أبى هريرة: عبدالرحمن بن صَخر الدوسى رضى اللهُ عنه أن رسول الله قالإذا أحْسَنَ أحَدُكُمْ إسْلامَه فكلُّ حسنةٍ يعملُها تُكْتَبُ لهُ بعشرِ أمْثالِها إلى سبعمائة ضعْفٍ، وكلُّ سيئةٍ يعملها تُكتَبُ بمثلها حتى يَلقى اللهَ تعالى أخرجه الشيخان
Buhârî, İman 31; Müslim, İman 205, (129).
Cenâb-ı Hakk’ın kularına karşı rahmetinin, mağfiretinin genişliğini ifade eden mühim hadislerden biri budur. Maamafih aynı mâna ayet-i kerîmede de [Sayfa]=204.ifade edilmiştir: “Kim bir hayır yaparsa ona on katı verilir, kötülük yapan da misliyle cezalandırılır (En’âm, 160). Hayırların yediyüz misli artırılacağı şu âyette ifade edilmiştir: “Mallarını Allah yolunda sarfedenlerin durumu, her başağında yüz tane olmak üzere yedi başak veren tânenin durumu gibidir. Allah dilediğine kat kat verir. Allah’ın lütfu geniştir” (Bakara, 261).
İyi niyetle kulluğa yöneldiğimiz takdirde Cenâb-ı Hak bizlere adaletle değil, mağfiretle muamele etmektedir: Bir suça karşı bir günah, fakat bir hayra karşı en az on olmak üzere 700 misli ve daha fazla sevap! Şühesiz bu, adâlet değil, lütuftur. Halbuki, Cenâb-ı Hak dileseydi yapılan hayırlar için hiçbir şey yazmayabilirdi ve bu gerçek adâlet de olurdu. Çünkü yapılan hayır, Allah’ın vermiş bulunduğu nimetlerin karşılığı olamaz: Hayat, sıhat, maddî imkânlar gibi nice nimetler vermiş, istifade ediyoruz. Hava, su, güneş, yiyecekler vs. hep O’nun mülküdür. O’nun mülkünü kullanıyoruz, onun mahlukâtında tasarrufta bulunuyoruz. Bunlara karşı minnet, şükür ve kulluk borcumuz var. Yapılan hayırlar hiçbir surette nimetlere bedel olamaz, borcumuzu ödeyemeyiz. Öyle ise, ibadetler, hayırlar temelde geçmiş nimetlerin karşılığıdır. Gelecek nimetlerin yatırımı değildir. Ancak Cenâb-ı Hak lütfuyla gelecekte ücret vâdetmiş, cennet vâdetmiştir. Şu halde gelecek nimetler mahz-ı lütuf ve rahmettir.
Bu lütuf ve rahmetin büyüklüğü hayır amellerin en az on misliyle yazılmasında kendini gösteriyor. İhlâsımız nisbetinde, şartların ağırlığı nisbetinde Rabbimiz hayırları yediyüz ve hadsiz şekilde katlıyacağını da belirtmiştir.
(6)-Hadis
Muâz İbnu Cebel el-Ensârî (radıyallahu anh) hazretleri anlatıyor: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Kimin (hayatta söylediği) en son sözü Lâ ilâhe illallah olursa cennete gider”
وعن مُعَاذ بن جبل الأنصارى رضى الله عنه قال: قال رسولُ اللهِ مَنْ كَانَ آخِرُ كَلاَمِهِ لا َ إلَهَ إلاّ اللهُ دَخَلَ الجَنَّةَ أخرجه أبو داود
Ebu Dâvud, Cenâiz 20, (3116).
İslâm uleması, bu ve benzeri hadislerde zikredilen “Lâilâhe illallah” tâbirinden maksadın kelime-i şehâdet olduğunu belirtirler. Yani kişiyi kurtuluşa [Sayfa]=205.götürecek şey sâdece Allah’ın birliğin te’yid değildir. Buna Muhammedu’r-Resûlullah cümlesi de dâhil olmalıdır. Bunlar, birini diğerinden ayırmak mümkün olmayan bir bütün teşkil ederler.
Münâvî, ölüm anında, her çeşit dünyevî ve nefsânî arzuların sönmüş olması sebebiyle, kelime-i şehâdeti teluffuzun ihlâslı, içten gelerek olacağını, bu sebeple Allah tarafından kabul göreceğini belirtir.
Bu çeşit müjdeli hadisler, ibadeti, tevbeyi sona bırakmayı gerektirmez. Kulluk edebi her an samimi olarak Allah’a ilticayı âmirdir. Ayrıca nasıl bir son bizi beklemektedir? Normal yaşlanarak, şuuru yerinde olarak can verebilecek miyiz, yoksa beklenmedik bir yaşta, hiç umulmadık bir anda mı ölüm yakalayıverecek? Günümüzde inanan pekçok insan gençlik gafletiyle şeytanın bu iğvasına kapılır. İbadeti, tevbeyi ihtiyarlığa bırakır. Son nefeste ihlâsla yapılacak tevbenin, telaffuz edilecek kelime-i şehâdetin yetebileceği söylenir.
Bektaşivari sözlerle kendini oyalayan nicelerinin umulmadık kazalara kurban gittiğini görmekteyiz.
Şunu da unutmamak gerekir, bu çeşit hadisler, kişinin eksik bıraktığı ibadetler, kul hakkıyla ilgili günahlar sebebiyle mâruz kalınacak azabtan garanti vermiyor. “Cennete gitmek” garantisi veriyor. Ehl-i Sünnet akidesi, az da olsa, bir hayır yapan mü’minin, cezasını çektikten sonra cennete gideceğini kabul eder. Mü’min olarak kabre giren bir kimse ebedî olarak cehennemde kalmayacaktır.
(7)-Hadis
Ebu Zerr (Cündeb ibnu Cünâde el-Gıfârî) (radıyallahu anh) hazretleri anlatıyor:
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
وعن أبى ذر جُندب بن جُنادةَ الغِفارىِّ رضى الله عنه أن النبى قالأتانى جبريلُ عليهِ السلام فبشَّرَنى أنهُ مَنْ مَاتَ مِنْ أُمَّتِكَ لا يُشْرِكُ باللهِ شيئاً دخلَ الجَنَّةَ. قُلتُ: وَإنْ زَنَى وإنْ سرَق؟ قال: وإن زنى وإن سرَق. قُلتُ: وإن زنى وإن سرَق؟ قال: وإن زنى وإن سرَق. ثم قال في الرابعةِ: على رَغم أنف أبى ذرّ أخرجه الشيخان والترمذى
Buhârî, Tevhid 33; Müslim, İman 153, (94); Tirmizî, İman 18, (2646).
Bu hadisin Buhârî’nin Kitâbu’l-Libâs’ta gelen vechinde Ebu Zer Gıfarî (radıyallahu anh) hazretlerinin Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’i ziyaret sırasında uyumakta olduğu belirtilir. Binaenaleyh Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hadiste ifade buyurduğu müjdeyi Cibrîl (aleyhisselâm)’den rüyasında almış olmalıdır.
Ebu Zer hazretlerinin ziyade hayreti ve tekrar tekrar bu hayretlerini ifadesi Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın bir başka hadislerinden ileri gelmektedir. Orada: “Zâni, zina ettiği sırada mü’min olduğu hâlde zina etmez, içki içen, içki esnasında mü’min olduğu hâlde içki içmez…” buyurmuştur.
İslâm uleması, büyük günahları değerlendirirken Ebu Zerr (radıyallahu anh)’in hatırladığı bu ikinci hadisi te’vil etmiş, öncekini esas almıştır. Yani zina eden kimse iman-ı kâmil sâhibi olarak zina etmez demektir. Böyle te’vil edilmediği takdirde zâhirine göre anlayıp Hâricî görüşü benimsemek gerekir ki; “Büyük günah işleyen kâfir olur” demektir. Ulema büyük günah işleyene kâfir demez. “Günahkârdır, tevbe ederse, Allah affedebilir” der. İmam-ı Âzam bu meselede imanla ameli ayrı mütâlaa eder. İman, kalble tasdik, dil ile ikrardır. Bu oldu mu, amele bakılmadan Müslümanlığına hükmolunur. Büyük günah işlese bile mü’mindir, her an tevbe ile rücu edebilir. Önceki hadiste de ifade edildiği üzere son sözü Lâilâhe illallah olduğu takdirde, günahlarından aff-ı İlâhiye mazhar olmasa bile cezasını çektikten sonra yine de cennete gidecektir.
Hadiste, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu kayıtlara yer vermeksizin nihâî durumu ifade etmiştir. Tebliğde bu tarz, âsi kula ümid vermek ve onu tevbeye teşvik etmek gayesini güder.
Bu hadisin, bazılarına, fazla ümid vererek, günaha sevkedeceği şeklindeki mütâlaayı yersiz buluruz. Çünkü kulluk edebini idrâk eden bir insan Allah’ın affına güvenip günah işlemez. O edebi takınamayan idraksize zaten söz te’sir etmez, hevâsının kurbanı demektir. Bu hadis Buhârî ve Müslim’in ittiak ettiği en muteber, en sahih hadislerdendir. Rabbülâlemin adına konuşan Resûlu Ekremimiz (aleyhissalâtu vesselâm) hakikatten, hayırdan başka kelam etmez.
(8)-Hadis
Câbir İbnu Abdillah el-Ensârî (radıyallahu anh) anlatıyor:
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “İki şey vardır gerekli kılıcıdır!” Bir zat: – Ey Allah’ın Rasûlü! gerekli kılan bu iki şeyden maksad nedir? diye sordu: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam): “Kim Allah’a herhangi bir şeyi ortak kılmış olarak ölürse bu kimse ateşe girecektir. Kim de Allah’a hiçbir şeyi ortak kılmadan ölürse o da cennete girecektir”
وعن جابر بن عبداللهِ الأنْصَارِىّ رضى الله عنه قال قال رسول اللهِ ثِنْتانِ موجَبتانِ. فقال رجل يا رسُولَ الله: ما الموجبتانِ؟ قال من مَاتَ يُشْركُ باللهِ شيئاً دخل النَّارَ، ومَنْ مَاتَ لا يُشْركُ بِاللهِ شيئاً دَخَلَ الجَنَّةَ أخرجه مسلم
Müslim, İman 151, (93).
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) tebliğ edeceği bir hakikatı beyan etmezden önce, bu hadiste olduğu gibi, dikkatleri çekecek, merak uyandıracak, soru sorduracak bir üslub kullanırdı. Zihinler böylece hazırlandıktan sonra esas hakikatın tebliğine geçerdi. Böylece öğrenilen mesail unutulmayacak şekilde zihinlerde yer ederdi.
Bu gayenin tahakkuku için, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam) çok farklı metodlara, tarzlara başvurmuştur.
(9)-Hadis
Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) hazretleri anlatıyor:
“Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’e “Ey Allah’ın Resûlü, kıyamet günü senin şefaatinle en ziyâde saadete erecek olan kimdir?” diye sormuştum. Bana: “Hadis’e karşı sende olan aşkı görünce, bu hususta senden önce bana bir başkasının sualde bulunmayacağını tahmîn etmiştim” açıklamasını yaptıktan sonra şu cevabı verdi: “Kıyamet günü benim şefaatimle en ziyade saadete erecek olan kimse, samimi olarak ve içinden gelerek شLâ ilâhe illallah’ diyen kimsedir”
وعن أبى هريرة رضى الله عنه قال قلتُ يا رسُولَ اللهِ مَنْ أسْعَدُ النَّاسِ بِشَفَاعتِكَ يومَ القِيَامةِ؟ قال لقد ظننتُ أن لا يسألَنى عن هذا أوَّلُ منكَ لما رأيتُ من حرصِك علَى الحديثِ أسعدُ الناس بشفاعتى يوم القيامةِ: مَن قال لاَ إلَهَ إلاّ اللهُ خَالِصاً من قَلبِهِ أخرجه البخارى
Buhârî, İlm 34, Rikak 50.
Hadis Açıklamasını Buraya Giriniz
(10)-Hadis
Süheyb İbnu Sinân (radıyallahu anh) anlatıyor:
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdular: “Mü’min kişinin durumu ne kadar şaşırtıcıdır! Zira her işi onun için bir hayırdır. Bu durum, sâdece mü’mine hastır, başkasına değil: Ona memnun olacağı birşey gelse şükreder, bu ise hayırdır; bir zarar gelse sabreder bu da hayırdır”.
وعن صُهَيْب بن سنان رضى الله عنه. أنّ رَسُولَ اللهِ قالعجباً لأمْرِ المُؤْمنِ إنَّ أمْرَهُ كلَّهُ له خيرٌ، ولَيس ذلك لأحدٍ إلاّ للمؤمنِ: إن أصَابَتْهُُ سراءُ شَكَرَ فكَانَ خيراً، وإن أصابتهُ ضراءُ صَبَرَ فكَانَ خيراً أخرجه مسلم
Müslim, Zühd 64, (2999).
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) mü’minde bulunması gereken iki mümtaz sıfatı bu şekilde beyan etmektedir: Şükür ve sabır. Sağlık, nimet, makam, evlad, başarı gibi hoşuna giden her neye mazhar olursa bunu Allah’tan bilerek şükretmek gerekmektedir. Böylece, ucb, fakr, istiğna gibi mazmum hallere düşmekten korunur. Hastalık, idbâr, musibet, kaza gibi hoşa gitmeyen hâllerle karşılaşınca da bunun bir imtihan olduğunu, bunlarla kendisini Rabbinin imtihan ettiğini düşünür, bağırıp çağırmaz, kendisini düzeltmesinin yollarını arar.
(11)-Hadis
Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor:
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Muhammed’in nefsini kudret eliyle tutan zâta yemîn ederim ki, bu ümmetten her kim -Yahudî olsun, Hristiyan olsun – beni işitir, sonra da bana gönderilenlere inanmadan ölecek olursa mutlaka cehennem ehlinden olacaktır”
وعنْ أبى هريرة رضى الله عنه أنّ رَسُولَ اللهِ قالوَالَّذِى نَفْسُ مُحَمَّدٍ بِيَدِهِ لاَ يَسْمَعُ بى أحدٌُ من هذه الأمّة يهودىٌّ وَلاَ نصرانِىٌّ ثم يموتُ ولم يؤمنْ بالذى أُرسلتُ به إلاّ كانَ من أصْحَابِ النَّارِ أخرجه مسلم
Müslim, İman 240, (153).
1- Bu hadis, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in gelmesinden sonra, daha önceki bütün dinlerin neshedilip, hükümden kaldırıldığını açık bir şekilde ifade eder.
2- Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’e inanıp-inanmamaktan dolayı sorumluluk bunu işitmeye bağlıdır. Uzak ve ıssız yerlerde yaşayan ve bu sebeple Risâlet-i Muhammediye’yi işitmeyenler sorumlu tutulamazlar. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de: “Biz elçi göndermedikçe kimseye azab etmeyiz” (İsra, 15) buyrulmaktadır.
Hadiste Yahudî ve Hıristiyanların betahsîs zikri -Nevevî’nin belirttiği üzere- İslâm dininin bütün insanlığa şümulünü tebârüz ettirmek içindir. Zira bunlar kitap sâhibi semâvî dinlerdir. “Öyle olmalarına rağmen bu iki din mensubu İslâm’a girmekle mükellef olursa, semâvî aslı tamamen kaybolmuş kitapsız din mensupları daha ziyâde dehâlete mecburdurlar” denmiş olmaktadır.
(12)-Hadis
Vehb İbnu Münebbih’in anlattığına göre kendisine:
“Lâilâhe illallah cennetin anahtarı değil mi? dendi de: “Evet, öyledir ama dişsiz anahtar olur mu? Dişleri olan anahtarın varsa kapın açılır, yoksa kapalı kalır, açılmaz” cevabını verdi.
وعن وَهب بن مُنبِّه وَقِيلَ له: أليسَ لا إلَه إلاّ اللهُ مِفْتاحَ الجَنَّةِ؟ قال بلى، ولكن ليسَ مِفتاحٌ إلاّ وله أسنانٌ، فإذا جئتَ بمفتاحٍ له أسنانٌ فُتِحَ لك، وإلاّ لم يُفْتَحْ لكَ أخرجه البخارى معلقاً
Buhârî, Cenâiz 1.
Vehb İbnu Münebbih “diş” teşbihiyle, ibadet ve dolayısıyla “zahmet”i kasdetmiştir. İbadet olmadan, zahmet çekmeden sâdece lâilâhe illallah demekle cennete gidilemeyeceğini ifâde etmek istemiştir. Ne var ki Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) “Lâilâhe illallah cennetin anahtarıdır” buyurduğu gibi, yukarıda 7 numaralı Ebu Zerr hadisinde de görüldüğü üzere bu kelimeyi samimiyetle benimseyen kimsenin de kurtuluşu söz konusudur. Bazı şârihler, Buhârî’nin bu rivayeti koymakla “ölüm ânında ihlâsla söylenen Lâilâhe illallah sözünün önceden işlenen günahları affettireceğine işaret ettiğini” söylerler. Çünkü ihlâs, tevbe ve nedâmeti müstelzimdir. Lâilâhe illallah’ın söylenmesi bu duruma alem olur.
Kişinin, nerede, ne zaman ve nasıl son nefesini vereceği bilinmediği için, bu çeşit rivayetlerden hareketle, “yaşlılık hâlinde yapılacak tevbe’ye güvenmek, günah amellerde ısrar etmek doğru değildir. Kulluk edebine de yakışmaz.
En doğrusu, “dişi bulunmayan bir anahtarın, hiçbir kapıyı açamayan düz bir çubuktan başka birşey olmaması” gibi amelin refakat etmediği Lâilâhe illallah sözüyle de kurtuluşa erişilemeyeceği düşüncesiyle hareket etmek, ibadetsiz vakit geçirmemektir.
ncak bu ve benzeri hadislerin kullanılma yer ve durumlarını da bilmek gerekir: Ömrünü gafletle geçirenlerin, bir lütf-u ilâhî olarak âniden intibaha ve tevbeye geldikleri zaman, eski günlerin hacâleti altında ezilerek ye’se düşmemeleri için bu çeşit tebşîrata ihtiyaçları vardır. İntibaha gelen gâfil ve günahkârların bu çeşit teselliye olan ihtiyaçlarının şiddetinden olacak ki pekçok hadis ve ayet bu meseleye yer verir ve gönüllerine serinletici su serper:
“Ey Muhammed, de ki: “Ey kendilerine kötülük yapıp aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin. Doğrusu Allah günahların hepsini bağışlar. Çünkü o bağışlayıcıdır, merhametlidir” (Zümer, 53).
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) sıdk ile tevbe eden kimsenin, annesinden doğduğu gün gibi günahlardan temizleneceğini ifâde etmekten başka, Cenâb-ı Hakk’ın, tevbe edenin tevbesi sebebiyle, her eşyası üzerinde bulunan bineğini çöl ortasında kaybeden kişinin çaresizlik içinde bîtap düşüp uyuduğu esnada yanına gelen bineğini uyandığı sırada başucunda bulunca sevincinden ağzından çıkanı bile tartamayıp: “Ey Allah’ım sen benim kulumsun ben de senin Rabbinim!” demesi anındaki kadar sevindiğini ifade eder.
Kur’ân-ı Kerîm, intibaha gelen günahkârları psikolojik şoktan kurtarmak için tesellide daha da ileri bir ufuk gösterir, önceden işlenen günahların sevaba çevrilebileceğini müjdeler:
“….Tevbe eden, inanıp sâlih amel işleyenlerin kötülüklerini, iyiliklere çevirir, Allah bağışlar ve merhamet eder” (Furkan, 70).
Evet burada günahların silinmesi, yok farzedilmesi mevzubahis değil, Rahmet-i ilâhiyenin bir başka mertebede tecellisi söz konusu: İşlenen günahların sevaba dönüşmesi.
Ulema ayet-i kerîme’ye başka açıklamalar da getirmiş ise de, Râzi’nin kaydettiği dört te’vilden biri de bizim yukarıda kaydettiğimiz mânadır. Bu mânayı esas alan Saîd İbnu’l-Müseyyeb ve Mekhûl, görüşlerine Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) hazretlerinin rivayet ettiği şu hadisi de delil olarak zikrederler: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Bir kısım kimseler günahlarının çok olmasını temennî edecekler!” buyurmuştu. “Bunlar kimlerdir?” diye sordular. Şu cevabı verdi: “Onlar Allah’ın seyyiatlarını sevaba tebdil ettiği kimselerdir.”
Bir başka hadiste şöyle anlatılır: “Adamın birine kıyamet günü küçük günahları gösterilir ve hesaba çekilir. Adamcağız “büyük günahlarım da ortaya çıkacak mahvolacağım” diye düşünürken Gaffâru’z-Zünûb: “Şu kulumun işlediği her kötülüğe karşı bir hasene yazın” diyecek. Beklenmeyen bir lütuf karşısında adam tamaha kapılacak ve “Benim büyük günahlarım da vardı, onları göremiyorum, keşke onlar da ortaya çıksa da karşılığında haseneler verilse” diyecek.” Bu sözleri söylerken Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) o derece güler ki arka dişleri bile görülür.”
(13)-Hadis
Abdullah İbnu Mes’ud el-Hüzelî (radıyallahu anh)’nin anlattığına göre, bir adam kendisine “Sırat-ı müstakim (doğru yol) nedir?” diye sordu. Ona şu cevabı verdi:
“Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm), bizi sırat-ı müstakimin bir başında bıraktı. Bunun öbür ucu ise cennete ulaşmaktır. Bu ana yolun sağında ve solunda başka tali yollar da var. Bunlardan her birinin başında bir kısım insanlar durmuş oradan geçenleri kendilerine çağırıyorlar. Kim bu dış yollardan birine sülûk ederse yol onu ateşe götürecektir. Kim de sırat-ı müstakîme sülûk ederse o da cennet’e ulaşaaktır.” İbnu Mes’ud bu açıklamayı yaptıktan sonra şu ayeti okudu: “İşte bu benim sırat-ı müstakimimdir, buna uyun. Başka yollara sapmayın, sonra onlar sizi Allah’ın yolundan ayırırlar….”
وعن عبداللهِ بن مَسْعودٍ الهذلى رضى الله عنه، وسأله رجلٌ ماالصراطُ المستقِيمُ. قال تركَنَا مُحمَّدٌ في أدناهُ وطرَفُه في الجنّةِ، وعن يمينه جَوادُّ، وعن يساره جوادُّ وثَمّ رجالٌ يَدْعُونَ مَنْ مرَّ بهم، فمنْ أخَذَ في تلكَ الجوادِّ انتهَتْ بِهِ الى النّارِ، ومَنْ أخَذَ علَى الصّراطِ المسْتَقِيم انْتَهى بهِ إلى الجَنَّةِ، ثُمّ قرأ ابنُ مسعودوَأنَّ هذا صِراطِى مُسْتَقِيماً فَاتَّبِعُوهُ وَلا تَتَّبِعُوا السُّبُلَ فَتَفَرَّقَ بِكُمْ عَنْ سَبِيلِهِ. الآية أخرجه رزين«والجواد» جمع جادة، وهى الطريق.
(En’âm 152) (Rezîn). (41)
Bu hadis Kütüb-İslâm Sitte hadîsi değildir. Rezin İbnu Muâviye’nin ilavesidir. Bu çeşitten Rezîn tarafından ilave edilen hadîslere sıkça rastlayacağız.